Ruhat Gülçin Kırdar
In Spring 2022, Ruhat Gülçin Kırdar was a participant in the Socrates course “Democracy and Contemporary Politics in the World and Turkey” an evening course in Sociology and Political Sciences instructed in Turkish language. After graduating from the Faculty of Management, Ruhat started her long career in the textile sector of Turkey at a very early age of 22. In an atmosphere shaped by Turkey’s economic transformation to neoliberalism in the 1980s, she shares her experience by following personal and public changes. In her writing, titled “Neoliberalisms and the memory of the military coup in Turkey”, she reflects on this transformation and looks back on events of the past 40 years, starting with the first line of her text “I was 21 years old when the 1980 military coup took place.” She closes with the words: “It seems impossible for democracy to re-emerge in the conditions we are in. It drives me to despair. But I take a breath, saying that where there is life, there can always be a way out.”
1980 askeri darbesi gerçekleştirildiğinde 21 yaşındaydım.
Yaşıtlarımdan, arkadaşlarımdan, kuzenlerimden ve kardeşlerimden bir çoğu devrim yapmak için mücadele veriyorlardı ve bunun için tutuklanıyor, şanslı olanlar işkenceden geçip aksak da olsa işleyen hukukun olduğu mahkemelere çıkarılıp yargılanıyordu. Bazıları gözaltında kayıplara karışıyordu. Bazıları yargısız infazlarda öldürülüyordu. Ben ise, henüz, devrimin ne olduğunu anlamamıştım. hani yüzerken başınızı suya sokarsınız ve dışarıdaki sesler size uğultu olarak ulaşır. İşte o durumdaydım. Memlekette olup bitenler bana anlayamadığım şekilde ulaşıyordu. Uğultunun neyi içerdiğini çok sonraları fark ettim.
1982’de İşletme fakültesini bitirdikten sonra anca 1983’de İstanbul da ihracata yönelik tekstil sektöründe çalışmaya başladım. Tekstil sektörünü tercih etmemdeki neden İzmir de yapılan 2. İktisat kongresinin sunumlarından elde ettiğim bilgilerdi. Devlet ihracata yönelik tekstil sektörünün gelişmesi için teşviklerde bulunuyordu ve bu durum benim için değerlendirilecek bir olanaktı. Mesleğimle ilgili alanda iş bulmuş olmanın sevinci ile işime dört elle sarıldım.
Tekstilin üretim alanını seçtim. Çalışma koşulları ağırdı ve çalışırken sık sık neden bankacı veya devlet memuru olmadığım sorgulandı. İşverenler, üst düzey yöneticiler “Evlenip, evinin kadını çocuklarının anası olsana” diye öğütler verdiler. Oysa ben işletme eğitimi almıştım. İşletmede yönetici olmak için gereken bilgilere sahiptim, bilgilerimi yaşama geçirmek müthiş haz vericiydi. Para kazanmak temel amacım değildi. Amaç tam yaşamın içinde olmayı başarmaktı.
Çalışma hayatı bana ev kadınlığından, anne olmaktan daha cazip geliyordu. Üretiyordum ve farklı insanlarla diyalog kuruyordum, yaşamın tam içindeydim. Kimseye bağımlı değildim ve birey olmayı – şimdiki aklımla düşündüğümde- deniyordum.
İşe başladıktan sonra bir yıl geçmeden işletmedeki çalışma koşulları beni rahatsız etmeye ve sorgulamaya başlamama neden oldu.
1982 anayasası %98 çoğunlukla kabul edilmişti. Sendikalar, meslek odaları, dernekler kapatılmıştı. Üniversitelerden öğretim üyeleri atılmıştı. Her yerde polis ve asker şiddeti hissediliyordu. Eleştiri yapmak, açıklama yapmak, üç kişinin bir araya gelip konuşması yasak. İnsanlar tıpkı corona salgınında olduğu gibi evlere kapatılmış.
Tekstil sektöründe işçiler sağlıksız koşullarda uzun süreli ve düşük ücrete çalışıyordu. Çalışanların çoğu kadındı. Bu kadınların çocukları vardı ve bu çocuklar evde yalnız kalıyorlardı. Doğum izni toplamda üç aydı. Emziren anneler iş yerinde sütlerini pompayla boşaltıp şişeliyorlardı. Çocukların bakımı ya komşu kadına ya da nenelere bırakılıyordu, çünkü yüzlerce kadın işçi çalıştıran iş yerlerinde kreş yoktu. Kadınlar her ay aldıkları maaş yetmediği için avans alıyorlardı.
Çalışma esnasında sürekli yüksek sesle arabesk müziği dinliyorlar, makinanın motorunu çalıştırmak için hırsla ayaklarını motorun pedalına basıyorlardı. Her birimin şefi erkekti ve kadınları nasıl taciz ettiklerini görüyordum.
Kadın-erkek- genç- yaşlı her işçinin üstleri karşısında el pençe divan durmaları, boyunlarının büküklüğü beni dehşete düşürüyordu.
“Bu insanlar değerlerinin farkında değil. Onlar çalışmasa bu iş yerleri işlemez ki!” diye düşünmeye başladım.
Devletin birliği bahane edilerek köyler boşaltılıyor, zorunlu göçler uygulanıyor, şehirlerde insan yığınları oluşuyordu. Yığılma sonucu işsizlik oranı yükselmeye başlamıştı ve iş bulan kişi kendini şanslı sanıyordu.
1980 öncesi Türkiye de yapılan sanayi üretimi dışa bağımlıydı ve üretim için alınan malzemeler 1970’lerden sonra döviz açığı oluşturmuştu. Döviz olmayınca dış alımlar yapılamaz hale geldi ve üretim sektörü sekteye uğradı. Üretilen malların kalitesi dış pazara açılmaya uygun değildi ve güçlü sendikalar işçi ücretinin maliyetteki payını yükseltiyordu. İşçilik maliyetlerinin düşürülmesinin en kestirme yolu işçi örgütlenmelerinin ortadan kaldırılmasıydı ve 1980 darbesi bunu gerçekleştirdi.
Darbenin gerçekleşmesi için sun’i terör ortamı oluşturuldu ve ülke kan gölüne dönüştü.
Benim öğrenciliğimde sol örgütlenmelerle ilişkim olmamıştı. Çok gürültücüydüler, kendi aralarında sürekli çatışmalar yaşıyorlardı. Okul ve kütüphane dışında bir sosyal yaşamımda yoktu. Evimde insana saygı ve sevgiyle yaklaşmayı öğrenmiştim. Feodal ilişkilerin gevşemiş ortamında büyümüştüm. Annem ve babam insanların konumuna bakmadan insanlarla iletişim kurarlardı. Bu davranış biçimini öğrenmişim.
Ama iş ortamı beni dehşete düşürmüştü.
Yoğun çalışma ortamı, her gün en az on iki saat çalışma ve düşük ücret, hatta sigortasız çalışma… Hafta sonları sürekli çalışma… Yalnızca dini bayramlarda yılda birer hafta tatil… Yasal olmayan yollardan işten çıkarma, tazminat ödememe cabası…
İşten artan kalan zamanlarda olup bitenleri anlamak için sürekli olarak sosyal konulu kurgu romanları, resmi olmayan insanlık tarihi, modern fiziğe kadar fizik biliminin gelişimi, demokrasinin ne olduğu üzerine bulduğum her kitabı okumaya başladım.
Bu okumalarda Payel Yayınları, Sosyal Yayınları, Metis Yayınları ilk aklıma gelenler.
Marx’ın kapitalini okumuştum ama anlayamamıştım. Kapitalde anlatılanları anlamam için diğer alanlarda bir sürü okuma yapmam ve iş ortamında yaşanan çelişkileri görmem gerekti.
Rosa Luksemburg’un “Spartakistler ne istiyor” adlı makalelerinden ve sunumlarından oluşan kitabı merak edip (merak ettim çünkü Spartaküs filmini izlemiş ve romanını okumuştum) alıp okuduğumda zihnimdeki soruların cevaplarını buldum ve yeni sorular sormaya başladım. “Pis kapitalistler, bütün zamanımızı alıyorlar, yaşamı anlamlı kılmamızı engellemek için her yola başvuruyorlar” deyip hırsla okuyordum.
Kamusal alan daralmıştı. İnsanların bir araya gelmesi, sorunları dile getirme, alternatif çözüm üretme olanakları şiddet, baskı sindirme yoluyla engellenmişti.
1980 sonrası eğitim, sağlık hizmetleri asgari düzeye indirildi, refah dağılımda ciddi farklar ortaya çıktı ve orta sınıf ortadan kalktı.
Toplumu bir arada tutmak için Türk milliyetçiliği, İslam birliği, vatanın bütünlüğü daha yoğun biçimde işlenmeye başlandı. Toplum hızla kendine zarar verecek şekilde apolitikleştirilip sürüye çevrildi.
Çocuklar ilkokulu bitirdikten sonra hafız yetiştirme kursları adı altında yatılı eğitime tabii tutuldu ve yaygınlaştırıldı. Camilerde, kadınların evden dışarı çıkmalarının ne kadar zararlı olduğu konusunda vaazlar verilmeye başlandı.
İnsanlar arasındaki ilişkiler çözüldü ve “her koyun kendi bacağından asılır” deyimi geçerli oldu ve dayanışma ortadan kaldırıldı.
1980’den sonra gelişen kadın hareketinin kazanımlarının kullanılmaması için erkek anlayış körüklendi ve kadına karşı erkek şiddeti boy göstermeye başladı.
İnsan hakları, işçi hakları üzerine çalışanların etkisizleştirilmesi için her türlü baskı uygulandı. Hukukun işlevi kaldırıldı.
Sistem muhalifleri için ünlü mafya liderlerinden biri: “Kanlarını akıtıp, kanlarıyla duş alacağız” diye meydanlarda şiddet uygulamasının hangi boyutlara geldiğini ispatladı.
Sonunda sınıf bilinci ortadan kalkmış sürüye dönüştürüldü toplum.
Sonuçta demokrasinin temel koşulu olan
1-sivil, politik, sosyal hakların özgürlüğü
2-eşitlik ve bireysel özgürlüklerin kullanılması
3-seçilmişlerin denetimi ve hukukun üstünlüğü
ortadan kaldırıldı.
Bard Colleg’de 14.03.2022 de “Demokrasinin Doğuşu” ile başlayan okumalarımız “Neoliberalizm uygulamaları” ile bütünlenince 1980’den sonra Türkiye de oluşturulan sistemin neoliberalizmin uygulamalarının modeli olduğunu fark ettim.
Sermayenin el değiştirilmesinin demokratik işlemlerle başlayıp nasıl baskıcı ve şiddet yüklü olduğunu, toplumun nasıl yarıldığını, nasıl çözüldüğünü daha iyi anladım.
İçinde bulunduğumuz koşullarda yeniden demokrasinin oluşması mümkün değil gibi. Beni umutsuzluğa sürüklüyor.
Ama yaşamın olduğu yerde her zaman bir çıkış yolu oluşturulabilir diyerek soluk alıyorum. Ruhat Gülçin Günçekti
Berlin, 30.05.2022